Aslında evimizin çok küçük olmadığını, ya da çok soğuk olmadığını, yattığımız yatağın, üstümüzdeki yorganın markasının çokta önemli olmadığını…
Ya da: yediğimiz yemeğin tuzunun salçasının etinin sebzesinin az ya da çok olmasının çok önemli olmadığını…
Yemeğimizi beş on dakika gecikmesinin önemsizliğini…
Ballandıra ballandıra anlattığınız telefonunuzun, arabanızın markasının, yazlığınızın, zenginliğinizin çok önemli olmadığını…
Ya da; milyonlarca liraya aldığımız konutun belki de mezarımız olabileceğini…
Üstünüzdeki montun, ‘ayağınız üşümesin!’ diye bir köşede duran battaniyenin kıymetini, sıcak bir çayın, çorbanın ekmeğin nasılda kıymetli olduğunu, ya da kalbini kırdığınız bir insanın gönlünü almaya vaktiniz olamayacağını…
Kaçırdığınız trenin, vapurun dolmuşun arkasından telaş yapmamanın ne kadar gereksiz olduğunu…
Nerede nasıl yattığınızın değil de, nerede nasıl, ya da ne halde uyanacağınızı, ya da uyanamayacağınızı, üzerinizde uyuduğunuz yorganın, yerine, moloz yığınlarının altında kalabileceğinizi…
Bu afetler, felaketler, hep ders olmalı, unutulmamalı…
Sevdiklerinizin kıymetini bilin kalbini kırmayın, yediğinizi içtiğinizi israf etmeyin…
Hayatımızı, canımızı, ne zaman nerede teslim edeceğimiz belli değil…
*- JAPON MUCİZESİ
Bilindiği gibi Japonya, dağlık, bazı yanardağlardan oluşan ve hiç bir doğal kaynağı olmayan bir ada ve adacıklar ülkesi.
Toplam yüzölçümü, Türkiye’nin yarısından daha küçük olan ve hemen her gün sallanan ve yıkıcı depremlerle sarsılan bir deprem bölgesi...
Bu ülkede, Türkiye nüfusunun bir buçuk katından fazla, 127 milyon insan yaşıyor.
Bu olumsuz şartlara ve II.ci Dünya savaşında 2 defa atom bombasına maruz kalıp yerle bir olmasına rağmen Japonlar da, Kişi Başına Düşen Millî Gelir, Türkiye’dekinin dört katı; yaklaşık 40 bin dolar. Japon ekonomisinin büyüklüğü yaklaşık 5 trilyon $.
Niçin çünkü japonlar, son derece dürüst, çalışkan, eğitime, bilime, insana ve ARGE'ye çok önem veren ciddi bir toplum.
Japonların neden bir mucize gerçekleştirdiklerini bir hikâye ile örnek verelim;
*- BACALAR TÜTMEYİNCE
Japonya’da 4. Yüzyılın sonlarına doğru tahtta oturan İmparator Nintoku, bir gün yüksek bir kuleye çıkar ve ülkesine bakar.
Gökyüzüne doğru yükselen tek duman dahi göremeyince, halkının yoksul düştüğünü ve bu yüzden hiç kimsenin evinde pirinç bile pişiremediğini anlar.
Hemen bir ferman çıkaran Nintoku, halkının üç yıl boyunca sadece kendileri için çalışmasını emreder.
Sarayında çalışanları da evlerine gönderir.
Sadece kendileri için çalışan ve vergi de ödemeyen halk, üç yılın sonunda bolluğa kavuşur.
*- HALKIN FAKİRLİĞİ ve ZENGİNLİĞİ
Üç yıl sonra tekrar kuleye çıktığında Nintoku, ülkenin her yerinde ocakların tütmekte olduğunu yükselen dumanlardan görür.
Yanındaki eşine, sevinç içinde, “Artık zenginiz” der!
İmparatoriçe ise üç yıl boyunca bakımsızlıktan dolayı her yeri eskiyen, çatısı akan, çiçekleri solmuş sarayı göstererek, “Sen bu halimize zenginlik mi diyorsun?” diye sorar…
Nintoku’nun cevabı yüzyıllardır Japonların aklından çıkmaz;
‘Halkın fakirliği, bizim fakirliğimiz, zenginliği de bizim zenginliğimizdir.’