Üç beş yıl öncesine kadar bir kamp grubumuz vardı, dört arkadaş sık aralıklarla insan ayağı basılmamış yerleri tercih ederek hafta sonu ormanların derinliklerinde gecelerdik. Kütahya bölgesi de sık ormanlar ile kaplı yeşil örtünün en yoğun olduğu bölgelerden biri. Ve ağırlıklı olarak tercihimiz o bölgede olurdu. Manisa güzergahını takip ederek, Akhisar’a ulaşırdık. Yazları kuruyan, kışları ise gürül gürül akan Simav çayını takip ederek kamp alanına ulaşırdık.
Bizi Sındırgı’ya ulaştıracak, her iki tarafı da yeşil ve sık ormanlar ile kaplı virajlı, daracık, bakımsız, yoksul ama o kadar da sevimli yola bayılırdık. Gölcük üzerinden gittiğimizde; Karakaya, Alacaatlı, Kozlu ve Bayırlı köylerinden geçer mis gibi toprak kokusunu içimize çekerdik. Geniş ve bereketli topraklarla çevrili bu köylerin insanları yoksul, yoksulluğunu paylaşan, kendi halinde, konuksever insanlar.
Taş, ahşap, kerpiç karışımı bakımsız ve eski yapılar. Köy sakinleri bu geniş ovanın ortasında yapayalnız ve terk edilmiş gibi yaşamayı seviyorlar. Kertil yaylasından Sındırgı ovasına doğru inen yoldan düzlüğe çıktığımızda karşımıza şirin Mandıra köyü çıkardı, burada mutlaka mola verirdik. Köyün kahvesini güler yüzlü, iyi yürekli, konuksever dostumuz Abdullah işletiyordu. Her konaklamada bizi sıcacık gülüşü ile karşılar, çayları içip kalkacağımız zaman ise, “Kahveler de benden” derdi. Her uğradığımızda bize mutlaka kahve ısmarlardı, iyi dost olmuştuk.
Simav Martlı şelalesine yapacağımız bir kamp programında yine mola verdiğimizde, salça fabrikasına römorklar ile kapya biber taşıyan traktörlerin biri geliyor biri gidiyordu. Taşlı topraklı yollardan sallanarak geçen römorklardan salçalık kapya biberler yollara saçılıyordu. Kamp ateşinde iri kocaman kıpkırmızı kapya biberlerin hayalini kurdum birdenbire. Abdullah’tan bir naylon torba istedim, yoldan geçen bir traktör sürücüsüne işaret ederek durmasını rica ettim.
Martlı şelalesinde kamp yapacağımızı, kızartmak için biraz bibere ihtiyacımız olduğunu söyledim. Çiftçi elimdeki torbayı aldı, üç beş kilo biberi tıka basa torbaya doldurdu. Cebimden para çıkarıp ödemek istediğimde ise, “Bibere para mı olur ülen!“ dedi. Gülüştük, gerçekten de para almadı, traktörünü sürüp gitti önümüzden salça fabrikasına doğru.
Sözünü ettiğim yıllar çok eskilerde değil, 2012 yılında yaşandı bu sahne, tarımın en verimli olduğu hibrit tohumların tarlamıza bulaşmaya çalıştığı yıllar. Geçtiğimiz hafta eşim Ayşe mantar çorbası yapmak istediğini söyleyip sipariş listesini verdiğinde gözüm kapya bibere gitti. Marketin rafından üç tane aldım, etiketi gördüğümde ise kısa süreli şok geçirdim. Kilosu elli liraydı. Mandıra köyünde, bibere para almak istemeyen çiftçiyle yaşadığım diyalog geldi aklıma. Mandıralı çiftçi o gün römorkunda hatırı sayılır bir servet taşıyormuş.