Konak Belediye Başkanı Ahmet Sarışın’ın 1999 yılına kadar sürecek olan ikinci döneminde meslektaşım Bülent Demirsoy ile birlikte basın danışmanlığı görevini yürütüyoruz. Sosyal medya hak getire, internet dahili telefon ile bağlanma aşamasında. Günlük gazeteler popüler, gazeteciler, muhabirler saygın ve el üstünde tutuluyor, yandaş, havuz medya kimsenin aklına bile gelmiyor.
Belediye muhabirleri işlerini yapıyor, haber servis etmek gazetecilere anlamsız geliyor, böyle bir uygulama gündemde bile yok. Belediye muhabiri, kendisi gelecek, araştıracak, konuşacak doğruyu bulacak, oturup daktilosunun başına yazısını yazacak. Kurumların yöneticisine ise ertesi sabah haberi okumak kalacak. Veya sabah basın bürosunda gazeteler teker teker taranacak, kupürler derlenecek, bir dosya halinde başkana sunulacak.
O dönemde Konak Belediyesi’nin basın bürosunda Ertan Sayın genç bir muhabir, Tamer Çetindere kameraman, Deniz Özkan ile birlikte yapıyorlar bu işi. Rahmetli Özden Koçak ağabeyimiz ise foto muhabiri. İşler tıkır tıkır yürüyor, akşamları işten çıktıktan sonra ut kursuna gidiyorum, ut kursunda yetişenler daha sonra koroya transfer oluyor, saz sanatçısı olarak koroya katılıyor.
Önce Ercan hocadan daha sonra Necmettin Gülfidan’dan ut dersleri alıyorum, hem çalıyor hem söylüyorum. Aylar sonra bir sürpriz geldi Necmettin Gülfidan hocamdan, “Hadi bakalım, sen yetiştin, koro çalışmalarına katılabilirsin” demesiyle birlikte dünyalar benim olmuştu. Haftanın üç günü Servet Önder yönetimindeki Konak Belediyesi Türk Sanat Müziği korosunun değişmez elemanı olmuştum.
Konak Belediyesi Kültür Müdürlüğü o yıllarda Güzelyalı’da eski As Sineması’nda çalışmalarını yürütüyor, daha sonra Erdal İzgi döneminde yeni bina yapıldı ve açılışını yapmak da Muzaffer Tunçağ’a nasip olmuştu. Bu arada bir teyze dikkatimi çekiyor, her gün binaya mesaiye gelir gibi kapıdan giriyor, çay ocağından bir çay alıyor, bir bez açıyor, içinden sanırım evde yaptığı börek çörek tarzında bir şeyler çıkarıyor kahvaltısını ediyor. Teyze çok zayıf, incecik, tertemiz, bembeyaz saçları, güler yüzlü, 65 yaşlarında, ben hep onu emekli bir öğretmen diye düşünüyorum.
Teyze Kültür Müdürlüğü’nün hiçbir etkinliğini kaçırmıyor, konserleri takip ediyor, koro ile birlikte şarkılar söylüyor, gözüm sürekli ona takılıyor. Resim sergilerinin değişmez takipçisi, çalışmalara katılan hemen herkes teyzeyi tanıyor, sohbet ediyor. Teyze de tanıdıklarına zaman zaman bir gazete kağıdı içinde hediyeler getiriyor. Özetle Kültür Müdürlüğü’nün kadrolu teyzesi gibi sabah geliyor, etkinlikler bitene kadar da binadan ayrılmıyor.
Yılını dün gibi hatırlıyorum, 1996, yaz sıcakları, İzmir’in imbatı esiyor ama Kordon boyunda sıralanan devasa Çin Seddi gibi binalar rüzgarın kentin içlerine kadar girmesini engelliyor. Basın bürosuna haber ve ziyaret için gelen belediye muhabiri meslektaşlarımızla sohbet ediyoruz. Temizlik İşleri Müdürü Ramazan Baran telefon ile aradı: “Işık merhaba, bir çöp ev var ve sıcaklar nedeniyle çevreye çok kötü kokular yayıyormuş, komşuları ihbarda bulundu, temizlemeye gideceğiz, haber yapmak ister misiniz?”
O yıllarda çok fazla haber konusu çıkmadığı için hemen ekip olarak hazırlandık, foto muhabiri Özden Ağabey, kameraman Tamer ile birlikte minibüse atladığımız gibi verilen adrese doğru yola koyulduk. Çöp evlerin temizlenmesi için gerekli izinlerin alınması gerekiyor, kafanıza göre dalıp, evi boşaltıp temizleyemezsiniz. Temizlik İşleri Müdürü Ramazan Baran’a özellikle sordum, haberini yapacağız, bir sıkıntı olmasın diye. Adrese bakıyorum Kültür Müdürlüğü’nün bir arka sokağı Güzelyalı 33. Sokak’ta bir apartman dairesi. Üçüncü kata çıkıyoruz, asansörü yok. Daha kapıdan girer girmez ağır koku burnumuzun kemiğine kadar işliyor, merdivenlerden çıkarken, koku daha da ağırlaşıyor, evin kapısına geldiğimizde ise dayanılmaz bir hal alıyor.
Ben hayatımda ilk kez bir çöp ev görüyorum, burnumu kapatarak içeri girdim, ama daha girer girmez devasa boyutta ıvır zıvır eşyaların üstünden atlamak zorunda kaldım. Evin koridorları, mutfak, oturma odası, iki yatak odası ve balkon tepeleme aklınıza ne gelirse eşyalar ile dolmuş taşmış. Naylonlar, gazeteler, dergiler, eski eşyalar, nereden geldiyse yüzlerce kravat, saç tokaları, pantolonlar, gömlekler, içinde ne olduğunu merak ettiğim kutular, kutular, kutular ve ayaklarımızın altından geçip giden yüzlerce karafatmalar, garip antenli böcekler…
Tamer bir yandan kamera çekiyor, Özden Ağabey ise fotoğraflıyor. Evin sahibini merak ediyorum ve konuşmak istiyorum, arka balkondan iki gözü iki çeşme, burnunu mendil ile silen bir teyze çıkıp geldi; nasıl ağlıyor, yaşları sel olmuş, “Ne olur bırakın benim eşyalarımı, onların hepsi bana lazım, hepsi benim, kimseye vermem. Hepsinin sahipleri var, ben onları sevdiklerime hediye olarak götürüyorum!” diye feryat ediyor.
Başını kaldırdığında ve teyze ile göz göze geldiğimde başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Kültür Müdürlüğü’nün kadrolu teyzesi, meğer çöp evin sahibiymiş, beni görünce sarıldı, “Sen beni tanıyorsun, ne olur izin verme, almasınlar benim eşyalarımı” diye yalvar yakar oldu.
Hiçbir şey diyemedim, yutkundum, gözlerim doldu, bunca yıldır tanıdığım, öğretmen diye bildiğim teyze karşımda çaresiz, ağlıyor, inliyor, yardım istiyordu, sessizce oradan ayrıldım.
O teyze ne zaman aklıma gelse; koronun şarkılarına eşlik ederken hayal eder dururum hala…