Heyecan içinde hazırlanırdık..
Fuar’a, benim en kral arkadaşıma gideceğim günler, önceden içimi tarifsiz bir sevda yağmuru kaplardı.. Atatürk’ün annesi Zübeyde Ana’mızın mezarını da koruyan Hacı Osman Paşa Camii civarındaki mahallelerde nispeten kapalı bir yaşamı sürükleyen Karşıyakalı bir aile için, Fuar’a gitmek, bir ışıltılı yabancı ülkeye seyahat etmek gibi bir şeydi.. Benim için ise en kral arkaşıma kavuşmaktı.. Çok ama çok severdim onu. Oyuncaklar, atlıkarıncalar, çarpışan otomobiller, renkli dünyalar, insan kalabalıkları, yemyeşil ağaçlar, çiçekler ve beyaz giyinmiş aileler.. O dönemde az şey mi?..
Ailece bembeyaz giyinirdik. Annemin üzerinde beyaz veya grimsi döpiyesi, beyaz ince gömleği, beyaz ayakkabıları, beyaz şapkası vardı. Babam, biricik beyaz keten takım elbisesini bir gece önceden itina ile ütülerdi. Sararmış beyaz ayakkabısı ile annemin ayakkabısını yine itina ile beyaza bir kez daha boyardı. Bir zamanlar beyaz yazlık ayakkabılar her sokağa çıkışta tekrar fırça ile beyaza boyanırdı, hiç hatırlayanı çıkar mı?..
Ben de beyaza boyanırdım. Beyaz fanilem, beyaz veya gri askılı pantalonum, kenarları lacivert işlemeli beyaz hırkam ve yine beyaz burnu açık ayakkabılarım vardı..
Böylece akşamüstü sıralarında Karşıyaka Müsavat Sokağı’ndan çıkıp şimdiki Zübeyde Hanım Caddesi’ne telaşlı adımlarımızı atardık. Neşe içinde yürürdük.. Önce tren yoluna dayanır, sonra çarşı caddesini geçer ve iskele önünde vapurumuzu beklemeye başlardık.
Bu vapur bizi fuara, ışıltılı bir dünyaya, bambaşka bir aleme, püfür püfür imbatın okşayışları içinde uçurup götürecekti.
Mutlaka Alsancak İskelesi”nden inerdik.. Hemen bir paytona binip tırıs-tırıs caddelerden geçip fuara yollanmak ne zevkliydi. Annem ile babam arkaya oturur, ben kamçılı paytoncunun yanına prens gibi kurulurdum. Önce Kordonboyu, sonra Gündoğdu, daha sonra Gazi İlkokulu’nun önünden Lozan Meydanı’na uzanan fiyakalı bir tıkırık-tıkırık ilerleyiş yapardık.. Var mı bana yan bakan gibisinden paytoncunun yanında şişinip dururdum. Arka tekerleklerin dingiline bir kaç veled yapıştı mı, hemen paytoncuyu uyarırdım..
Paytoncu beni memnun etmek için şakadan kamçısını arkaya doğru uzatıp şaklatırdı..
Şak.. Şaaaaakkk!..
Veledler korkup kaçışarak aşağı atlarlardı..
Zafer kazanmış gibi, kah kah ederdim..
LOZAN KAPISI’NIN GERİSİ BAŞKA ALEM..
Lozan Kapısı’ndan içeri girerdik.. İçerisi bir başka dünyaydı.. Daha doğrusu biz Egeli, İzmirli çocuklar için, ülkemizin Batı’ya, Avrupa’ya, dahası Amerika gibi bir rüya ülkesine açılan bir sihirli kapıydı.. Koşa koşa herkes fuar kapısından içeri girerdi.. Herkes koşardı sanki..
Lozan ve 26 Ağustos kapılarından, Alsancak, Göztepe ve Karşıyaka’dan kopup gelen nispeten zengin, fiyakalı, burjuva aileler çoluk çocuk içeriye adım atarlardı. Montrö kapısını, Hatay ve Çankaya yönünden gelenler, orta sınıf halk kitleleri tercih ederdi. Kahramanlar kapısı önüne, yakındaki Tenekeli mahalleden gelen romanlarımız, daha fakir fukaralar yığılırdı.. Basmane kapısı civarını ise, tüm Ege’den tren yolu ile İzmir’e akıp Basmane istasyonunda boşalan Egeli yurttaşlar tıklım tıklım doldururdu. Bu kalabalıklar, doğal ki, Basmane’den kaleye uzanan eski mahallelerin insanlarıyla da karma karışık içeri savrulurlardı.
O yıllar, 1950’ler fuar bir alemdi..
Alemlerin en kralıydı..
Başka büyük yoktu..
Adnan Menderes’lerin, Celal Bayarlar’ın, Enver Dündar Başar’ların, Rauf Onursal’ların, göstermelik demokrasinin, ABD Başkanı Eisenhower’lerin, cihan savaşını kazanmış Hür Dünya’nın, Hollywood sinemasının, kovboy filmlerinin, Marilyn Monroe’nun, Cadillac marka otomobillerin, geniş jüponlu etekleri rüzgarda savrulan sarışın kızların, “en sükseli olduğu” yıllardı, o yıllar..
Devrim’in sıkı kalkınmacı, sanayileşmeci, planlı, denk bütçeli, dış yardımsız, yerli malı kullanmaya dayalı özgüvenli yurtseverliği, artık yavaş yavaş ulusal kurtuluş savaşında ve Lozan’da karşı karşıya geldiğimiz ve ulusal bağımsızlığımızı kopara kopara kazandığmız Batı’ya sınırsız bir hayranlık ve öykünmeye yerini bırakıyor, giderek Hür Dünya (yani Amerika) baygınlığına dönüşüyordu. Moskova Kültürpark’ına öykünerek düzenlenen, Atatürk ve İnönü’nün gözbebeği Kültürpark ve Enternasyonal İzmir Fuarı, 1936-50 arasında Türkiye kalkınmacılığı ile dünya uluslarının bir buluşmasını sağlarken, artık 1950’lerden sonra Batı Güneşi’nin tüm hücrelerimize nüfuz edeceği bir propaganda aygıtına devriliyordu. Bizim ailece gözümüzü kamaştıran işte bu güneşti. Doğu’dan değil, Batı’dan doğan parlak güneş..
Lozan Kapısı’ndan içeri girdiğimizde doğruca nereye yollanırdık?.. Dün gibi hatırlıyorum.. Çok acıktığımız için Paraşüt Kulesi’nin çevresindeki ışıltılı basit restoranlarda yer kapmamız gerekiyordu. Hem yemek yerken, kulenin tepesinden paraşütle atlayan acemilerin çırpınışlarını veya küüüt diye yere düşüşlerini izlemek pek keyifliydi.
Ne mi yerdik?..
Kızarmış piliç, yanında pilav ve yeşil salata.. Ayran içirirlerdi bana. Annemle babamın Tekel birası içtiklerini hatırlıyorum. Bazen Ada Gazinosu’na gidip trança şiş yediğimizi hatırlarken, ağzım birden sulanıveriyor. Etli trança lokumları arasında kızarmış domat ve biber parçaları, üzerinde defne yaprakları filan.. Bilir misiniz, Ada Gazinosu, İzmir’in en güzel köşelerinden biridir. Kültürpark düzenlenirken alanın tam ortasına bir göl yapmak isterler, göl için toprağı kazarlar, çıkan yığını da ortaya yerleştirip, sonra yükseltip ada oluştururlar. Hay aklınla bin yaşa Behçet Uz.. Hay sana rahmetler diliyorum Ada Gazinosu’nu yaratan Hüseyin Türkmenoğlu.. Geçende Hüseyin Bey’in oğlu Cem Türkmenoğlu bizim Konak Belediyesi İzmir Turu katılımcılarını Ada Gazinosu’na çay içmeye davet etti ve o güzelliği bir daha topluca yaşadık.
Yemek faslından sonra doğruca Tariş Pavyonu’na yollanırdık.. Bu bizim aile için önemli bir ritüeldi. İlle de üzüm şırası içilecekti. Mutlaka upuzun kuyruklar olurdu ve sıra bize gelince güleryüzlü işçi kızların elinden aldığımız buz gibi şıralarımızı bir köşede afiyetle içerdik.
PAVYONLARIN BÜYÜSÜ
Sonra ver elini pavyonlar!..
Lozan kapısından içeri girince, sağda devasa Almanya ve İngiltere pavyonları sıralanır. Solumuzda tipik Pakistan pavyonu yer alır, hemen onun ardından tüm propaganda silahlarını üzerimize çevirmiş olan Amerika pavyonu ışıl ışıl bizi içeri çağırırdı. Nedendir bilinmez, benim garip milletim yabancı dilden pavyon broşürlerini kapışmak için birbirini ezerdi, kucak dolusu broşürü evlerine taşırdı. O broşürleri alınca hayranı oldukları o ülkelerle sıcak iletişime girdikleri için, içleri fır-fır mı ederdi?..
Söz aramızda ben de o makine, tesisat, obje reklamı yapan renkli broşürlerden aldığım zaman pek mutlu olurdum. İspanya, İtalya, Avusturya, Japonya, Flemenk (Hollanda-Belçika), Pakistan, Hindistan, bazı Arap ülkeleri, zaman zaman Yunanistan zevkli pavyon sunumları düzenlerlerdi.
Biraz arkada Sovyetler Birliği (SSCB) pavyonu vardı. İri kıyım pavyonun görevlileri de, iri kıyım ve şişman kırmızı yüzlü Ruslardı, çat pat Türkçe konuşurlardı, ama arada esmer ve çok iyi Türkçe konuşan görevliler de vardı, bunlar Azerbaycanlı, Türkistanlı veya Ermeni idiler ve Rus görevlilerle birlikte tümüyle hepsi ajandı. Sovyet Gizli Servisi (KGB) mensubu oldukları yüzlerinden hallerinde şapır sapır dökülürdü.. Propaganda yapmak, dostluk kurup bir iki laf sokuşturmak için can atarlardı. O yıllar Soğuk Savaş yıllarıydı ve bizim masum fuarımız melun Amerikan ve sinsi Rus emperyalizmlerinin karşılıklı bir gizli propaganda savaşına sahne olurdu.
Gürcistan kökenli sürgündeki Ahıska Türkleri’nden olan babam, Sovyet lideri Gürcü Stalin’i hiç sevmezdi. Sovyet pavyonuna bizi sokmamak için yolu dolandırdığı çok olmuştur. Ama arada sırada önünde kızıl bayrak asılı pavyona her nasılsa girdiğimizde suratı hemen asılır ve hele Türkistan görüntülerinde, duvardaki Semerkant, Buhara fotoğrafları önünde bir an durup gözünden yaş gelmemesi için direnirdi galiba.. O toprakların esir olduğunu düşünürdü.. Rus görevlilere hınçla bakardı. 1990’larda Sovyetler’in tarihe karışıp oralardan bir çok Türk devletinin fışkıracağını nereden bilsin?..
LUNAPARK, SİRKLER VE ÇAY BAHÇELERİ
Gelelim matrak konulara..
Lunapark’a balıklama dalardık. Babam beni çarpışan otomobillere bindirirdi.. Sağdan soldan güm-bam bize çarparlardı. Biz kimseyle çarpmazdık. Karınca bile incitmeyecek kadar durgun bir adam olan babam, çarpışanlara bindi diye, ille de oğlu zafer çığlıkları atsın diye, sağa sola saldıracak mıydı?.. Dümdüz gitmeye çalışırdık ama çok darbe yerdik. Annem bizi kenardan izlerken çekirdek çitlerdi..
Beni atlıkarıncaya da bindirirlerdi.. Hatırladığım kadarıyla dönme dolaba ailece biner, taa tepeden İzmir’in ışıl ışıl manzarasını hayranlıkla izlerdik. En keyiflendiğim mekan, Aynalar Galerisi idi. İnsanı olduğundan daha sıska veya şişman, yamuk yumuk gösteren bir aynalar gelerisi vardı, gülmekten kırılırdık aynadaki garip suretlerimize baka baka.. Perili Ev diye bir fantastik yapı vardı. Küçük trenlere binip içeri dalardınız, daha ilk dönemeçte bir cadı kafanıza süpürgeyi indirir, bir ejder suratınıza su fışkırtır, hayaletler, vampirler, frankeştaynlar sizi her köşe başında hoplatırlardı. Süklüm püklüm son durakta yani sahnede vagonunuzdan inerken, millet sizin halinize acırdı.
Medrano, Mogambo gibi büyük sirkler gelirdi. Bir cümbüştü ki sormayın.. İmparator arslanlar, çevik kaplanlar, mağrur filler, filinta gibi akrobatlar, palyaçolar, güzel uzun bacaklı kızlar, ağızlarından ateş saçan sihirbazlar. Ağzımız açık baka kalırdık..
Geze geze, dolana dolana çok yorulduk değil mi?.. Haydi bir çay bahçesine gidip, annemin tiryakisi olduğu semaver çayını yorgun argın yudumlardık. Gül Bahçesi’nde de dinlendiğimiz olurdu.. Serin bir esinti ensemizi, yanaklarımızı yalar, kalabalıklar artık Kültürpark’ın kapılarına doğru yavaş yavaş yollanırdı.
Biz, taa Karşıyaka ‘ya nasıl gidecektik?..
Ya, Alsancak’tan son vapura yetişip salkım saçak kendimizi karşıya atmamız gerekiyordu.
Ya, 26 Ağustos kapısı önünden kalkan köhne otobüslere tıkış tıkış binecektik.
Veya Basmane tren istasyonundan Çiğli yönündeki banliyö dediğimiz külüstür trenlere kapağı atacaktık.
Özel arabamız hiç olmadı, hiçbir zaman taksiye verecek fazla paramız da olmadı. Vapur, otobüs veya tren, böylece çileli biçimde biterdi fuar maceramız.. Ama eve gelince birkaç gün sonraki yeni fuar gezimizi özlemeye başlardık..
Ne demiştik?
Fuar, benim en kral arkadaşımdı..
İster inanın, ister inanmayın!
ATTÜRK, İNÖNÜ BEHÇET UZ’UN ESERİ
1936 yılında yangın izlerinin silinerek yaratılan Kültürpark üzerine kurulan İzmir Enternasyonal Fuarı, Cumhurbaşkanı Atatürk ile Başbakan İnönü’nün ve İzmir Belediye Başkanı Dr.Behçet Uz’un eseriydi öncelikle..
Atatürk, düşmandan kurtardığı İzmir’e bir ulusal armağan daha katmak istiyordu. Türk milletinin ekonomi alanındaki başarılarını, dünya milletlerinin ürünleriyle yan yana getirme fikri onundu..
Bu yüzden kültür turu katılımcılarını öncelikle Lozan kapısı karşısındaki Atatürk-İnönü heykelinin önüne getirip bilgilendirme faslına geçtim.
Kültürpark, baştan sona milli mücadele kuşağının bize bir armağanı idi, benim en kral arkadaşımdı aynı zamanda..
Bu yüzden Dr.Behçet Uz ile sağlığında dostu oldum, nice söyleşimizi o zaman çalıştığım Yeni Asır gazetesinde yayınladım. Fuar tarihçesi isimli dizi yazılarım otuz gün filan sürerdi aynı gazetede. Daha sonra Ahmet Priştina’nın büyükşehir belediye başkanlığı döneminde Fuar Tarihçesi isimli kitabım da Büyükşehir Yayınları arasından 2001 yılında basıldı. Evimde kendi çapımda geniş bir İzmir fuarı arşivi kurdum. İsteyenle yarışırım. Zaman zaman bu arşivi karıştırır, en kral arkadaşımla baş başa kalırım.
Bana çocukluğumda tarifsiz heyecanlar yaşattığı, eşsiz hayallere kavuşturduğu ve ne zaman buluşsak keyiften dört köşe yaptığı için Kültürpürk ve İzmir Fuarı’na kucak dolusu şükran borçluyum..
İzmir demek, benim en kral arkadaşım demektir..
İhtiyarlasa da, artık her yaşlı gibi köşesinde unutulsa da, o benim en kral arkadaşımdır her zaman..
Onu hiç unutmam..
Ne zaman ayağım yakınından geçse, içeri adım atarak onu kucaklarım. Atatürk orada.. İnönü orada.. Dr.Behçet Uz orada.. Halikarnas Balıkçısı orada.. Nazım Hikmet orada.. Küçük Talat’ın diktiği dev manolyalar orada.. Luna Park’ım orada.. Palmiyelerim orada.. Paraşüt Kule’m orada.. Pakistan pavyonum orada.. Tarih ve Sanat Müze’m orada.. Hatıralarım orada
Çocukluğum orada..
Ahmet Sarışın kardeşim sağol..Yanındayız..
Kültürpark ve fuarımızı kurtaralım..
Not: AHMET SARIŞIN’A YÜREKTEN KATILIYORUM..
İZMİR FUARI’NI KURTARMAMIZ GEREKİYOR..
Sevgili dostum, kardeşim Ahmet Sarışın, bir süredir Kültürpark ve İzmir Fuarı’nı kurtarmak gerektiğini israrla ileri süren paylaşımlar yapmakta.
Kendisine yüzde yüz yürekten katılıyorum..
Kültürpark ve İzmir Fuarı, Cumhuriyetimizin 100.yılına uygun bir silkinişle her İzmirliyi imrendirecek bir profile evrilmelidir.
Bu bir anlamda İzmir için bir devrim olur.
Çünkü uzun yıllardır gerçek İzmirli, fuarımıza sırtını dönmüştür.
Bir ilkel panayır havasındaki görünüm hepimizi üzmekte..
Ahmet Sarışın’ı desteklemek için “Benim fuarım, en kral arkadaşımdı..” başlıklı bir yazı kaleme aldım. Her gerçek İzmirli bana katılacaktır.