Kamil muzip biriydi..
Yeni Asır’ın arşivinde 1980’li yıllarda çalışırdı. Arşiv Müdürü Orhan Öcal, yardımcısı Nursen, daha sonra Mehtap ve de Kamil, arşivin küçük masası çevresinde toplaşırlardı. Bizim arşiv bölümü gazetenin içinde sığınılacak bir liman gibiydi, orada içten arkadaşlıklar oluşur, herkes birbirine içini döker, sıcacık saatler geçerdi, gazetenin öbür taraflarında bir savaş havası hakimdi..
Kamil doğuştan çocuk felçliydi. Ayakta bazen dengesini kaybederdi, konuşması pek yoktu, ağır cüssesi ile dosya dolapları arasında dolanır, yazı işlerinden telefonla istenilen fotoğrafı veya belgeyi arşivde bulur, aşağı inip gazetecinin masasına bırakırdı. Bazen dengesini kaybeder gümbür diye yere devrilir, herkesin içini titretirdi. Ama o bizim sevimli Kamil’imiz idi..
Ama muzip bir gençti..
Gözüyle bizimle dalga geçerdi..
Anlardık makaraya sarıldığımızı, ama hiç sesini çıkarmazdı..
Ben ona “Oturan Büyük Boğa” derdim. Çünkü hep düşünen, hiç konuşmaya tenezzül etmeyen ancak çok sevdikleriyle gözleriyle muhatap olan bir Kızılderili Filozofu gibiydi, beni sever arada bir iki kelime lütfederdi kerata.. En sıkışık anda, bir şey istediğinizde arar bulur, bir süre sonra dansöz Nana’nın veya Sophia Loren’in gerdan kıvırtırken çekilmiş Sipa-Press fotoğrafını size getirirdi.
Bir gün arşivde baş başa kaldık. Ben zır zır konuşup duruyorum. Bir taraftan fotokopi çektiriyorum. Aman Tanrım, yazımı yazacağım, habere gideceğim, fotokopi çektireceğim, gelen giden telefonlara bakacağım, kamerada fotoğrafların kopyasını çıkaracağım, yazımı sekretere teslim edeceğim, gidip sayfamın nasıl yapıldığını inceleyeceğim, bir gün içinde neler neler, ne eziyetler çekerdik yahu şu gazetecilik yıllarımızda, neyse düşününce nasıl o işleri becerdik diye şaşıyorum vallahi, neyse dedim ya.. Kamil, donuk ve hiçbir şey ifade etmeyen gözleriyle bana bakmaktaydı. Aniden soruverdim.
“- Kamil, sen kitap okur musun?..”
“- Hooovh..”
Bu yanıt, Kamil’in lisanında “Hayır” demekti, yeniden üsteledim:
“- Kıtır kesme, mutlaka okuyorsundur?..”
“- Hooovh..”
Kafamın tası atmıştı. Sertçe sordum.
“- Niye okumuyosun lan?..”
Kamil malın gözü.. Gözlerini bana dikip, çok düzgün bir Türkçeyle tane tane konuşmaz mı.. Sonra da kahkahasını patlatıverdi:
“- Çünkü kepek yapıyor!. Keh, keh, keh..”
Donup kaldım. Madara olmuştum.. Bizim Kamil müthiş bir espri patlatmıştı. Koca Türkiye’nin niçin kitap okumadığını bundan daha iyi kim anlatırdı ki?.. Hemen kerataya çok sevdiği Coca-Cola ısmarladım, şapur şupur içti..
Kamil doğru söylemişti. Milletimiz, kafada kepek yaptığı için kitap okumuyordu. Kafanın içi boş kalsın, dışı temiz olsun isteniyordu. Oku, oku sonunda ne olacak ki?.. Kamilciğim ile aramızda geçen bu diyaloğu, 22.10.1992 tarihli Yeni Asır’da yazarak, okuyucularımı gülmekten çatlatmıştım.
Dönelim konumuza.. Fazla kitap, ne cep doldurur, ne sevgili getirir. Tam tersine, cebiniz boşalır, sevgili denen salak “kitabı benden çok seviyorsun” deyip boş kafa bir adama kaçıverir. Üstelik, kitap kafayı pisletir, kepek yapar.
Bizim Kemeraltı’ndaki İleri Kitabevi sahibi Özkan Başer, bir zamanlar şakır şakır Kitap Bülteni yayınlardı, on kez yayınladılar, kentte kitap okunmasını önerdiler, en çok okunan kitapların listesini verdiler, tam 6000 kişiye bu bültenleri gönderdiler. Bir bülteni iki kişi okusa, 12.000 kişi eder. Özkan, kitap satışında patlama yaptı mı?.. Ne gezer.. Kitapçılar, eğer sırtlarını holdinglere dayamamış iseler sinek avlamaya mahkumdurlar, kıt kanaat geçinip giderler ve yine direnirler.
Kitap sevgisini geliştirmek için büyük ve orijinal projeler gerek. Tıpkı kepeği kökünden yok edecek güçlü şampuanlar gibi. Ne olabilir bunlar?.. Bu televizyon ve internet baskıcı düzeninde kitap nasıl nefes alıp verecek?.. İşte bütün derdimiz budur..
Kamil ile konuştuktan sonra, Kamil’e inat kitaba bir sarıldım ki sormayın.. Dominigue Simonnet’in “Çevrecilik” kitabını gündüzleri boş vakitlerimde okudum. Eski kitapçıdan aldığım Prens Halim Paşa’nın “Fikir Buhranımız” kitabına da çok takıldım, ülkemizin bu ilk liberalinin şifrelerini çözmeye çalıştım. Falih Rıfkı Atay’ın “Batış Yılları” da elimden düşmedi. Ahmet Rasim’in “Şehir Mektupları” enfes.. Kenti yazmak için, eski yazarların rahle-i tedrislerinden geçmek gerek. Musahipzade Celal’in “Eski İstanbul Yaşayışı” kitabını da azar azar okudum geceleri.. Çantama da koydum, yanımda gezdirdim. Melda Akdeniz’in “Hüzün İzleri” isimli şiir kitabını da aradım, bulamadım.
O aralar birçok kitap geçti elimden. Not almışım. Okuyordum, okuyamadığımı özlüyordum. Okumaktan vazgeçemiyordum. Orhan Pamuk’un “Kara Kitap”ına da, Kamil ile konuştuktan sonra başlamıştım, müthiş bir roman.. Bu arada Adalet Ağaoğlu’nun “Gece Hayatım” isimli kitabını da okumalı mı?.. Ama bu kitabı okumak için “Gizem Dolu Dünyamız” isimli kaynak kitaptan işe başlamak gerekiyormuş..
Kitap okuduktan sonra duş alıyordum..
Tüm, kepekler gidiyordu..
Bu arada düşünüyordum. Oldum olası, kendimi bildim bileli, gençliğimden beri başım berbat kepeklidir, bazen yıkamakta gecikirsem kabuk kabuk kafamı kaplarlar, hep kaşınırlar, hep tıkır tıkır önüme dökülürler, başımı yıkarım, iki gün sonra yine kepek doludur.
Acaba çok kitap okuduğum için mi?..
Kamil, galiba bir “kuram” ortaya attı..
Kitap, kepek yapar mı?..
Kamil, acaba gizli bir ermiş midir?..