İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin Basın Müzesi’nde çekilmekte olan bir belgesel için, İzmir Basın Tarihi’ne ve günümüzdeki basın sorunlarına değinen bir konuşma yaparak belgesele katkı koydum.
Çeşme’den beni alıp İzmir’e getiren ve çekim bittikten sonra evime geri götüren İzmir Gazeteciler Cemiyeti ulaşım sorumlusu Emre kardeşe ve çekimi gerçekleştiren Zişan Akar ve Fikret Yüce ekibine, müzenin sorumlusu kadim dostum Oğuz Matoğlu’na teşekkür ederim.
Gelelim konumuza.. Çekimde neler anlattım?. Basınımızın acılı ve tatlı sayfalarına girelim...
BASIN TARİHİMİZDEN DAMLALAR
İzmir Basınımızın 1820’lerden itibaren yayınlanmış ve arşivimde bulunan en önemli gazetelerinin asıllarını kameraya göstererek, 1868’da Fransızca yayınlanan La Reforme, Selanik’te 1895’te yayınlanan Yeni Asır, Anadolu, 1946’da yayınlanan Demokrat İzmir, Ege Ekspres ve tarihi Ticaret gibi nice gazetelerin ilk sayılarını, en önemli tarihi olayları yansıtan sayfalarını göstererek basın tarihimizde ilerledim.
Ege Telgraf gazetesin ilk sayıları arşivimde olmadığı için, ne yazık ki bu önemli gazetemizi kameraya gösteremedim.
İzmir’de Osmanlı dönemi ilk gazeteleri ve yayıncıları, İzmir Gazeteciler cemiyetin başkanları, gazete yazarlarımızın özel yaşamları ve nasıl yazdıklarına dair ayrıntılar, 1960’lar öncesi ve sonrası en ünlü gazetecilerimiz, gazeteci milletvekillerimiz, İzmir Basın tarihimizin akademik yazıcıları ve emektarları Sabri Süphandağlı, Prof.Zeki Arıkan, Prof. Faruk Huyugüzel, Rauf Lütfü Aksungur, Türkmen Parlak, Zeynel Kozanoğlu gibi ustalar, Hasan Tahsin Anıtı gibi ayrıntılar, hızla kameranın belleğine yazıldı.
TÜRKİYE’DE GAZETECİLER
Türkiye’de gazetecilerin varlığı ve yokluğu üzerine şunları belirttim.
Demokrat İzmir gazetesindeki ilkyazım, genel yönetmen Attila İlhan ve sorumlu yazı işleri müdürü Akın Simav ve istihbarat şefi Çetin Gürel sayesinde üst üste iki gün yayınlandı ve böylece benim hikayem başlamış oldu.
19-20 Temmuz 1971 tarihlerini kapsayan bu iki yazımın başlığı “Kemalist Devrimin Anlamı” başlığı ile okuyuculara sunulmuştu. Arada tam 50 yıl geçti. Aynı yerde ve aynı ideolojide kıpırdamaz bir çapanın kararlılığı içinde duruyorum.
Türkiye’deki gazetecileri içinde bulunduğu durumu sıralamak gerekirse:
1- Hapisteki gazeteciler ..(Sayısı uzun yıllardır 100’ün altına inmiyor)
2- Mahkemedeki gazeteciler.. (Son 10 yılda 15 bin)
3- Basın kartı iptal edilen gazeteciler.. (Yüzlerle..)
4- İşsiz gazeteciler.. (10 binin üzerinde. Çalışan gazeteci sayısını geçmiş durumdalar)
5- Direnen gazeteciler.. (Bugün medyanın yaklaşık yüzde 90’ı iktidarın doğrudan denetimi, kontrolü altında. İktidar patronların bile atamayla göreve getiriyor. Bütün bu olumsuzluklara karşın hala gerçek gazeteciliği bırakmayan gazeteciler ve yayın organları var)
6- Kalemi elinden alınan gazeteciler.. Bu kategoride halkının çıkarları doğrultusunda kalem oynatan gazetecilerin aniden elinden kalemin alınması gerçeği yatar. Halkın sevgilisi Yılmaz Özdil, bir gece içinde hakkında troller tarafından 1 milyon sahte tweet atılması sonucunda kalemi elinden alınmıştır.
Ben ise, 2012 yılında Ege’de en çok okunun araştırmacı gazeteci olmama, Nisan 2012 ayı ortasında TÜYAP İzmir Kitap Fuarı Onur Yazarı ilan edilmeme rağmen, tam 1 Mayıs İşçi Bayramında Hürriyet Ege Temsilcisi beyaz yakalı Deniz Sipahi tarafından işimden atıldım.
Bu uygulamanın gazetenin İstanbul merkezi ile hiçbir alakası olmadığını, merkezin yöneticileri bizzat Vuslat Doğan Sabancı, Enis Berberoğlu, Yılmaz Özdil, yazı işleri sorumlusu Yücel Arı tarafından açıkça ifade edildi.. Demek ki tepedeki bir beyaz yakalı, kendi kafasına göre istediğini işinden atar, kalemini elinden alır bu ülkede.
ENTELEKTÜEL FAHİŞE OLAMAYIZ!
Şimdi gelelim basınımızın gerçek içyüzüne..
Bunu da Amerikalı gazeteci Swinton anlatsın..
Solcu, aynı zamanda Karl Marx’ın arkadaşı gazeteci Swinton, 1880’lerde New York Times gazetesinde yazıyormuş. Gazete bir Yahudi tarafından satın alındıktan sonra düzenlenen toplantıda, davetli gazeteciler basının onuruna kadeh kaldırmak üzere onu kürsüye çağırıyorlar. Swinton elindeki kadehiyle kürsüye çıkıyor. Çıt yok. Ve tarihi cümleler dökülüyor ağzından:
“Dünya tarihinin şu anına dek, Amerika’da özgür ve bağımsız basın diye bir şey olmamıştır. Bunu siz de biliyorsunuz, biz de. Hiçbiriniz düşündüklerinizi olduğu gibi yazmaya cesaret edemezsiniz. Bunu yapmaya kalktığınızda yazdıklarınızın önceden basılmayacağını bilirsiniz, çünkü: Çalıştığım gazete bana düşüncelerimi özgürce yazmam için değil, tersine yazmamam için bir ücret ödüyor. İçinizde benzer biçimde benzer ücret alan başkaları da vardır. Düşüncelerini açıkça yazacak kadar salak olan herhangi biri, sokakta başka bir iş arıyor olacaktır.
Çalıştığım gazetemin herhangi bir sayısında düşüncelerimi apaçık yazmaya izin verseydim, 24 saat dolmadan işimden atılırdım. Gazetecilerin işi; gerçeği yok etmek, düpedüz yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine ve iktidara dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu satmaktır. Bunu siz de biliyorsunuz, ben de.
Öyleyse burada bağımsız ve özgür basının şerefine kadeh kaldırmak saçmalığı da nereden çıktı? Bizler, sahnenin arkasındaki zengin adamların ve emperyalistlerin oyuncakları, kullarıyız. Bizler, ipleri çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız. Onlar ipleri çekiyorlar ve biz dans ediyoruz. Yeteneklerimiz, olanaklarımız ve yaşamlarımız, hepsi başkalarının malı. Bizler entellektüel fahişeleriz!.”
Swinton, toplantıyı şaşkın bakışlar altında terk etti. Gazeteden istifa etti ve kimseden para almaksızın “John Swinton’s Paper” isimli tek yapraklı bir gazete çıkartmaya başladı.
Adamcağızın söyledikleri, Türkiye gerçeğine ne kadar tastamam oturuyor. Yanılıyor muyum?